PATNOS UN DEĞERLERİ

KOR HÜSEYİN PAŞA
Patnos’un yetiştirdiği ünlülerin başında yer alır. Hayderanlı Aşiretinin Reisi ve Hamidiye alaylarının Patnos bölgesi komutanıdır.Kendine has üslubu ile kimilerine göre tam bir derebeyi,kimine göre ise tam aksine şefkatli,sıcak,merhametli ve babacan bir insandır.
Tarih : Etkileri ve sonuçları itibari ile kişilerin yerini belirlediğinden dolayı Kör Hüseyin Paşa’nın Yerini belirlemek te yine de tarihe kalmıştır.Tavrı ve davranışları ile bazen Osmanlı bazen Tam bir Kürt Paşası…
Kaç kez isyanlara bizzat önderlik etmesine rağmen.Organize gelişen Şeyh Sait isyanına destek vermeyerek kürt’lerin tepkisini çeken bir bir kürt. Netice itibari ile kendi kuralları içinde yaşadığı için ne vazgeçilen ne de sahip çıkılan bir tarihi kişiliktir KÖR HÜSEYİN PAŞA
Vazgeçilemiyor çünkü 1. dünya savaşında Ruslara karşı verilen savaşın en ön saflarındadır bakınız kitaplar iki örnekle Hamidiye alaylarının önemini ya da kör Hüseyin paşanın konumunu nasıl vurgulamaktadır?
Alayların başarılarından iki örnek
Yayımlanan kanunla birlikte görev, sorumluluk ve yetki alanı belirlenen alaylar, örnek alınan Rus Kazak Süvarileri ile ilk karşılaşmalarında onlara ağır darbeler indirerek yeneceklerdi. 1893 Osmanlı-Rus Harbi'nde bu alaylar yalnız Kazak Süvarileri değil, güçlü çarlık ordusunun karşısında da inanılmazı başaracak ve "gerilla taktikler" ile "Nigaro'nun Çocuklarını (Çarlık ordusu kast ediliyor) perişan ediyorlardı."
Bu alayların Hınıs, Karayazı, Göksu ve Tekman yöresinde kurulan Hasanan aşireti reisi Kolağası Kerem Bey, gerilla taktikleri ile Rus ordularının bölgede tutunmasına engel olacak ve Ermenilerin yapacağı katliamlarını tamamen önlüyordu. Rus orduları Diyarbakır'a doğru ilerlemesine rağmen Kerem Bey'in alay bölgesine girememesi ve her denemesinde ağır darbeler alarak geri çekilmesi mahalli askeri zaferlerin nişanesidir.
Bir diğer müşahhas örnek ise Patnos'ta kurulan ve Kör Hüseyin Paşa'nın kumandasındaki alayın mensubu Abdülmecid Bey ile ilgilidir. Gerek 93 harbi ve gerekse 1. Dünya Savaşı sonrasında yaptığı başarılı çatışmalardan dolayı "Kaymakam Binbaşı" rütbesi ile taltif edilen Sipkan aşireti reisi Abdülmecid Bey'in Tutak kazasında, yanında 6 tane süvarisi ile birlikte bir Rus topçu birliğini dağıtıp toplarını alması olayı Hamidiye Alaylarının yaptığı çalışmalarının bir diğer örneği
HAMİDİYE ALAYLARININ SONU
İsveç, Rusya, Belçika, İngiltere'nin baskısı üzerine 1908'in sonunda toplanan Osmanlı Mebusan Meclisi, beklenilenin aksine Hamidiye Alayları'nın dağıtılmasına karar vermedi. Meclis'in Alaylar konusunda toplandığını öğrenen aşiret liderleri, bunu kendilerine yapılmış bir saldırı olarak gördüklerini beyan ettiler. Bu yüzden alaylar ile düzenli ordu arasında ilişkiler kopma noktasına geldi. İttihat Terakki yönetiminin Alayları ordu saflarına kaydedilmesi kararı ortalığı daha da gerginleştirdi.
Diğer aşiretler arasında yaşı dolayısıyle bir saygınlığı bulunan Haydaranlı aşireti Reisi Kör Hüseyin Paşa bu duruma karşı şiddetle çıktı. 1909'un başlarında alaylar yavaş yavaş silahsızlanmaya başladılar. Haydaranlı aşireti reisi Kör Hüseyin Paşa'nın tutuklanması alaylarla İttihat ve Terakki rejimini tamamen karşı karşıya getirdi. Hüseyin Paşa cezaevinden çıktıktan sonra bütün askerlerini alıp İran'a göç etti. Akabinde 1913 yılında Musul bölgesinde aşiret alaylarının başını çektiği Kürt isyanı başladı.
SAİD-İ NURSİ İLE İLİŞKİLERİ
Hüseyin paşa Hamidiye alayları’nın dağılma sürecinde Van’ı kuşatmış Bediüzzaman said-i nursi den saldırı yapabilmesi için fetva istemiş fakat said-i Nursi “kardeşi kardeşe mi kırdıracaksın” deyince ısrarla fetva istemiş fakat alamayınca kuvvetlerini geriye çekerek van’a yaptığı kuşatmayı kaldırmıştır.
Hüseyn paşa ile said-i nursinin ilişkileri ölümünden sonra da çocukları vesilesiyle de olsa devam eder.
Haydar Süphandağı, Kör Hüseyin Paşanın oğludur. l9ll'de Adilcevaz ilçesinde dünyaya gelmiş. Aralık l978'de vefat etmiştir. Babası, Bediüzzaman'ın tavsiye ve nasihatlarını dinlediği için Van isyanlarına iştirak etmemiş, böylece binlerce masumun kanı dökülmemiştir. Haydar bey Van’dan Bediüzzaman’nında içinde bulunduğu sürgünü şöyle anlatmıştır" (Van Valisi Osman Nuri Paşa (l925 -l926) şehirde sıkı emniyet tedbirleri aldırtmıştı. Kış mevsimini de sürgünler için, en müsait zaman olarak seçmişlerdi.")
"Seyda ile Van Müftüsünü beraber kelepçelemişlerdi" diyor Haydar Bey ve o günleri bütün tazeliğiyle hatırlıyor, "Biz Bediüzzaman'la İstanbul'a kadar getirildik" diyor. Van'dan ayrılışını ise şöyle anlatıyor:
"Seyda ile Van Müftüsü Şeyh Masum Efendiyi beraberce kelepçelemişlerdi. Üstad hiç üzgün değildi. Gayet rahat ve müsterihti. Yola çıkmazdan önce bana dedi ki:
"Babana selâm söyle, bu bize yapılan muamelenin sevabını istemesin. Sabretsin, inşaallah Sahabe-i Kiramın sevabını alır. 'Ben beydim, ağaydım' demesin. Çalışsın; ırgatlık etsin, amelelik etsin, ekmeğini çıkartsın, kimseye muhtaç olmasın.' Demiştir.
"Van'dan çıkartılan kafilenin uzunluğu, belki bir kilometreyi bulmuştu. Çoluk çocuk, genç ihtiyar binlerce insan, atlı, yaya, arabalı, kızaklı, çeşitli vasıtalarla bir harp ricatı halinde memleketlerinden, gözyaşları içinde ayrılıyorlardı.
Haydar Bey, İstanbul'a kadar geçen yolculuğu yaklaşık olarak şöyle ifade ediyor:
"Üç-dört gün Patnos'ta, bir gece Ağrı'da, bir hafta Erzurum'da kaldık. Erzurum'dan sonra at arabalarıyla yollara devam ettik. Trabzon'da yirmi gün kadar kaldık. Gemi yolculuğu ise bir hafta sürdü. İstanbul'da Üstad yirmi - yirmibeş gün kadar kaldı. Sonra kendilerini aynı gemi ile Antalya'ya götürdüler.”
HÜSEYİN PAŞANIN ÖLÜMÜ
Kayseriden firar edip,Suriye'ye geçen Hüseyin PaşaBir müddet Şeyh Ahmet Barzani'nin yanında kalır.Daha sonra İran'a geçmek istediğini söyleyen Hüseyin Paşa;Şeyh Ahmet Barzani'nin "Seni İran'a biz geçirelim Teklifini kabul etmez.
Hüseyin Paşa,oğlu Abdullah,Yeğeni Ahmedé Zero Xatuné,Medeni ve Medeni'nin iki adamıyla birlikte Şeyh Ahmet Barzani'nin Yanından ayrılıp yola çıkarlar.Bir çay kenarında mola verirler.Hüseyin Paşa mola esnasında namaz kılarken,oğlu Abdullah ve yeğeni ahmet’te çayda serinlenirler.O sırada kendisi ile yola birlikte çıkmış Medeni ve iki adamı tarafından öldürülür.
Kör Hüseyin Paşa, l930 yıllarında Irak dönüşünde öldürülürken 80 yaşlarında idi.
Patnos tarihinde önemli bir yeri olan Hüseyin paşa;Yakın tarihimizin mercek atında incelenmesi gereken mümtaz simalarından biridir.
Allah rahmet eylesin
Seyfettin Esin

HAYDAR ESİN
HAYDAR ESİN
Patnos un eski kültürünü yaşatmak tanıtmak ve yeni nesillere aktarmak adına bu yazıdan önceki yazar arkadaşlarımız ellinde geleni yapmışlar. Eski Patnos u her konuda dile getiren yazılar olmuştur.
Bende bu yazımda o dönemin sosyal yaşamın önemli isimlerinde olan Rahmetli Haydar Esin beyefendiyi anmak tanıtmak için kaleme aldım.
Haydar Esin: 1922 yılında Patnos ta doğmuştur. Dokuz kardeşin en büyüğüdür.
Doğduğu yıllarda Patnos Tutak a bağlı bir köy olduğunda, Nüfus kütüğünde doğum yeri Tutak diye yazılmaktadır.
İlkokulu dışardan bitiren Haydar Esin1954 yılında Patnos belediyesinde işe başlamıştır. 1982 yılında Zabıta Komiseri olarak emekliye ayrılmıştır.
Patnos'ta ki sosyal yaşamın tam merkezinde sürek li yer alan özeliğe sahip olan Esin; Patnos spor yöneticiliğinden, at yarışları organizasyonlarına kadar çeşitli sportif faaliyetler içinde yer almıştır.
Bir zamanlar Dengbejlik yapan Esin; daha sonraları serhat bölgesinin tanınmış dengbejlerinin seslerini kayda alarak geçmişle gelecek arasında arasında önemli bir köpru kurmustur.
Bügün yurt dışında yayin yapan Kürt televizyon kanalları dahil dengbej stranlarini yayinlarken o dönrm Haydar Esinin aldığı kayıtları kullanıyor olması; yaptigi isin ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
5 kız 5 erkek çocuğu babası olan Haydar Esin 1999 yılında vefat etmiştir.
Kısa bir otobiyografi oldu. O dönemi bilenler katkı sağlamak adına yorum kısmına yazabilirler
TANER KARGI
EVDALE ZEYNIKE
Evdalé Zeynıké; Patnos kültürünün en önemli simalarındandır.IVIII. Yüzyılın en büyük düşünürlerinden bir olan Evdal'ın ataları Urfa – Patnos arasında göçebelik yaparak yaşamlarını sürdürürken;Erken bastıran kış bir ile birlikte o yıldan itibaren Patnos ovasında kalıcı olarak yerleşik düzene geçmişlerdir.
Yaşar Kemal’in “Benim fikir babamdır.”dediği Evdalé Zeynıké Küçük yaşta babasını kaybettiğinden annesinin adıyla anılmıştır.Annesinin adı Zeynep’tir.Kürt kültüründe şirinliğin ifadesi olan “ké” ekini alarak Zeynıké olarak bilinen Evdal’ın annesi,Evdal’ı yoksulluk içinde büyütmüştür. Otuz yaşına kadar tek bir stran(türkü) bile okumayan Evdal, hep rençberlik yapmıştır.Otuz yaşında gördüğü bir rüyanın yorumundan sonra hastalanmış aylarca yataktan çıkmamıştır.iyileşme sürecinde yatakta söylediği melodiler o güne dek duyulmamış bir makamın müjdecisi olduğunu insanlar daha sonra anlamaya başladılar.” Ve o günden sonra Serhad Dengbéjleri,onun ekolünün devamcısı oldular.
Evdal’ın dizelerinde aşkın yakıcı özellikleri ile birlikte,hicvedici özelliklerini de bir arada görmek mümkündür.Erzurum’a öküz arabasıyla ticarete gittiği dönemlerde misafir kaldıkları evin genç kızının, boyu ile alay etmesine içerlenmiş,(Evdalın boyu oldukça kısadır)akşam köyde yapılan düğüne türküleri ile katılmış,Govendin başını çeken kızın kolunda oynayarak tuttuğu elin parmaklarını “xwin nav neynık a da dı nıquti” dedirtecek kadar sıkıp bir nevi intikam almıştır. Ardından “De tu here. Bıra her kes xéré jı bazara xwe bı bine.”demekle, kinci bir özelliği olduğunu da ortaya koymuştur.
Uzun yıllar, makamındaki farklılık,sesindeki emsalsiz coşku ile Serhad’de “Şahé Dengbéja diye anılan Evdal, Eleşkirt beyi Sürmeli Memet Paşa’ya dengbéjlik yapmış ve onunla birlikte Kozan’,Avşar’ları sürme görevinde yer almıştır. Kürt Tarihinde Şeré Xozané diye bilinen bu görevde Evdal’ın Avşar beyi Dadaloğlu ile tanışıp tanışmadığını bilmiyoruz ama
Belimizde kılıcımız kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir.
Dizelerinde duygularını ifade eden avşar beyi Dadaloğlu'nun,Evdal’la aynı onurlu yaşam ve özgürlüğe olan aşkının ortak yönlerini fark edebiliyoruz.Aslında Evdal ,Şeré Xozané diye adlandırdığı bu teşçir olayında Avşarlar’dan pek söz etmez hep Çukurova’nın bataklığını ve yılanlarını anlatır.
Ermeni asıllı Gulé ile evli olan Evdal’ın ,Temo adında bir de oğlu vardır. Yaşlandığında gözleri kör olan Evdal,,Kör gözlerle kanadı kırık bir turnaya kış boyunca bakar.Bunu uzun uzadıya stranlarında anlatır.Ve bir gün mucize gerçekleşir. Evdal’ın gözleri turnanın kanadı iyileşir.
Temo lewo lı kalbun é,lı korbun é
Xwedé xırab bıke tınebun é
Gibi oldukça fazla sözcüklerle toplumun sosyal yapısını sıtranlarında uzun uzun anlatan evdal:Kürt kültürünün Homeros’u, Dede Korkut’udur.

_edited.png)
EROL TAŞ
_edited.png)
Türk Sineması’nın kötü adam rolündeki büyük ismi Erol Taş, 28 Şubat 1928'de Patnos'ta dünyaya geldi. Henüz iki yaşında iken, babası Hamza Bey'in ölümü üzerine annesi Nazife Hanım ile birlikte İstanbul'a taşındı. Okul çağında olmasına rağmen ailesine yardım etmek için okuldan ayrıldı ve çeşitli mesleklerde çalıştı. Bunların arasında hamallık, tezgahtarlık sayılabilir. O dönem aynı zamanda boksör de olan Taş, 1947 yılında İstanbul ve Türkiye ikinciliğini kazandı. Yine o yıl askere gitti ve üç yıl askerlik görevini yaptı. Askerden dönünce Cankurtaran’da bir iplik fabrikasında çalışmaya başladı.
Erol Taş’ın sinemaya tesadüf sonucu girişi de o sıralarda oldu. Sinemaya tesadüfi girişini şöyle anlatır sanatçı: “Lütfi Akad o bölgede bir film çekiyordu. Biz de işten kaytarıp çekimleri izliyorduk arkadaşlarla. Günlerce süren çekimlerden birinde mahallede oturan birkaç serseri, film ekibine musallat olup onları rahatsız etmeye başladı. Film ekibini korumak için birkaç arkadaşımla birlikte, serserilerle kavgaya giriştik ve Lütfi Bey'in yanında onlara bir güzel dayak çektik. Serseriler toz oldu tabi. Lütfi Akad daha sonra haber göndermiş bana, 'Bir kavga sahnesi var, gelsin oynasın' diye. Böylece sinema hayatım başladı. Filmdeki rolümü diğer yönetmenler de beğendi ve ardı ardına teklifler gelmeye başladı."
Sinemaya ilk 1957 yılında Mümtaz Alpaslan’ın çektiği “Acı Günler” filmiyle girdi. Başlangıçta filmlerde figüranlık ve küçük roller ile görüldü fakat kısa zamanda yıldızı parladı. Bir yıl sonra Dokuz Dağın Efesi (1958 - Metin Erksan) filmde bir çobanı canlandırdı. Bu filmi takip eden yıllarda ise, Dikenli Yollar (1958 - Nişan Hançer), Peçeli Efe (1959 - Faruk Kenç), Şoför Nebahat (1960 - Metin Erksan), Köyde Bir Kız Sevdim (1960 - Türker İnanoğlu), Dişi Kurt (1960 - Ö. Lütfi Akad) ve Gecelerin Ötesi (1960 - Metin Erksan) gibi pek çok filmde değişik karakterleri canlandırdı.
Taş'ın oynadığı filmlerdeki rollerden bazı örnekler vermek gerekirse: Hayat Kavgası'nda (1964 - Tunç Başaran) dediği dedik bir baba, Devlerin Kavgası'nda (1965 - Kemal Kan) kötü kardeş, Seveceksen Yiğit Sev'de (1965 - Hüsnü Cantürk) çiftlik sahibi, Sırtımdaki Bıçak'da (1965 - Natuk Baytan) karısı ve sevgilisi tarafından öldürülen bir koca, Son Darbe (1965 - Hicri Akbaşlı) ve Cevriyem'de (1978 - Memduh Ün) bir komiser, Aslanların Dönüşü ve Yedi Dağın Aslanı'nda (1966 - Yılmaz Atadeniz) bir cengaver, İnce Cumali (1967 - Yılmaz Duru), Tutku (1974 - Hüsnü Cantürk), Toprağın Teri (1981 - Natuk Baytan) ve İsyan'da (1979 - Orhan Aksoy) kötü ağa, Maskeli Beşler ve Maskeli Beşlerin Dönüşü'nde (1968 - Yılmaz Atadeniz) bir Meksikalı, Aslan Bey'de (1968 - Yavuz Yalınkılıç) eski bir Rus Generali, Gelin Kız'da (1970 - Orhan Elmas) oba beyi, Kanıma Kan İsterim'de (1970 - Çetin İnanç) idamlık katil, Ök-süzler'de (1973 - Ertem Göreç) dilendirici, Belalılar'da (1974 - Melih Gülgen) çetebaşı, Tatlı Nigar'da (1978 - Orhan Aksoy) zengin bir kasabalı, Çayda Çıra'da (1982 - Yücel Uçanoğlu) zengin bir ağa, Alınyazısı'nda ise (1986 - Orhan Elmas) eski bir külhan beyi olarak çıktı karşımıza. Gerek teknik ve konu, gerekse de sinema dili açısından vasat diyebileceğimiz bu ve benzeri filmlerde Taş, dönem dönem çeşitli roller aldı. Ancak sinemada onu adından sıkça söz ettiren filimler Susuz Yaz, Duvarların Ötesi ve Gecelerin Ötesi oldu.
1960 yılı yapımlı “Gecelerin Ötesi”, oyunculuk kariyeri için önemli bir fırsat oldu sanatçı için. Henüz sinemaya yeni yeni ısınmaya başlayan Taş, bu filmle Metin Erksan'la tekrar çalışma fırsatı buldu. Ekrem (Erol Taş), bu filmde aynı çevreden gelen, farklı endişe ve tutkularını ortak bir eylemde birleştiren altı kahramandan birisidir. Uzun yıllar bir tekstil fabrikasında işçi olarak çalışmış ancak geriye dönüp baktığında fazla bir yol alamadığını görmüştür. Bu ezik yaşantısından doğan bunalımı, isyanı onu diğer beş arkadaşı ile birlikte soygun fikrinde harekete geçirmiştir. Fakat sistemin hazırladığı son bu filmde de değişmemektedir.
Erol Taş'ın yer aldığı bir başka önemli yapım ise, Necati Cumalı'nın romanından 1963'de Metin Erksan tarafından filme alınan “Susuz Yaz” oldu. Bu filmde Hülya Koçyiğit ve Ulvi Doğan ile bir üçleme çizen Taş, Osman karakterini canlandırdı. Osman'ın kötülüğü son derece yalındır ve ben merkeziyetçi bir yapı hakimdir. Yıllar önce eşini kaybetmiştir ve hapisteki kardeşinin (Ulvi Doğan) karısına (Hülya Koçyiğit) sahip olmak istemektedir. Etrafındaki herkesten bir nevi intikam almaya başlar ve önce köyün suyunu keser. Suyu alınan köylü ürünsüz kalır, toprağı çoraklaşır. Nasıl susuz kalan toprak halkına ihanet ederse, yıllar önce eşini kaybeden Osman'da bastıramadığı cinselliğine zalimce isyan eder. Tutkusuna yenik düşen Osman'ın bu özelliği doğasındaki ilkelliği ile birleştiğinde doyumsuzluğu tümden ele verir kendini. Osman'ın kötülüğünün temelinde yatan bir diğer önemli nokta ise tarladaki korkuluk ile paylaştığı yalnızlığıdır. Yalnızlığını sadece tutkularıyla bastırabilir. Tutkuları ise onun ölümüne giden yolun hazırlayıcısıdır.
Tarihsel bir süreç içinde değerlendirildiğinde Erol Taş, bir başka önemli rolünü 1964'de Orhan Elmas'ın yönettiği “Duvarların Ötesi” filminde oynadı. Filmde müebbet hapse mahkum edilen Babaç (Erol Taş), kendisi gibi müebbet yiyen ya da idamlık altı arkadaşı ile hapisten kaçar. Amaçları özgür olabilmek, koğuşun dışında rahat bir nefes alabilmektir. Ancak 'duvarların ötesi'nde kendilerine seçtikleri sığınak da hapishaneden daha farklı değildir onlar için. Aslında nereye kaçarlarsa kaçsınlar her yer bir hapishanedir onlara. Çünkü sistem tarafından suçlanmış toplum tarafından da dışlanmaktadırlar. Gerçek suçlu kimdir? Babaç ve arkadaşlarının mı yoksa sistemin yanlış dönen çarkı mı?
Ö. Lütfi Akad tarafından 1966'da çekilen Hudutların Kanunu'nun konusu Güneydoğuda bir sınır kasabasında geçmektedir. Toprak verimsizdir ve tek geçim yolu kaçakçılıktır. Kaçakçı olmamak için direnen Yılmaz Güney'in aksine Erol Taş yani Ali Cello çoktan çareyi bu işte bulmuştur bile. Sınırdan kaçak davar geçirmektedir ancak sonunda başlattığı oyuna yenik düşer ve bir çatışmada vurularak ölür. Hudutların sert ve acımasız kanuna karşı Ali Cello'nun kötülüğü bile dayanamamıştır. Taş bu filmde de çoğunluk kötü adam rollerinden birisini alışılagelmiş bir oyun tarzı ile oynamaktadır.
1968'de Nuri Ergün tarafından çekilen “Dertli Pınar” ise Taş'ın ağa tiplemeleri için örnek gösterilebilir. Mahmutoğlu Hilmi Ağa (Erol Taş) köylünün toprağını çeşitli dalaverelerle hatta silah zoru ile elinden almakta ve etrafındaki herkese hükmetmektedir. Daha fazla toprağa sahip olma tutkusu saplantı halini almıştır. Bunun için yapamayacağı şey yoktur. Ancak her şey planladığı gibi gitmez, bütün çabasına rağmen sonunda yenildiğini anlar ve suçunu itiraf eder. Oyun düzeyinin vasat olduğu bu filmde Taş abartılı olduğu kadar da kontrolsüz bir oyun sergilemektedir.
Sinemada kötü adam rolleri ile bilinen sanatçı, bu tiplerin dışına çıktığı filmlerde, aslında her tür karakteri rahatlıkla oynayabileceğini de ispatlamıştır. Zaman zaman da olsa oynadığı iyi tiplerle seyirciyi şaşırtmıştır. Bir başka Akad filmi olan “Ana”da Taş, bu kez kötülükten kaçmaktadır. 1967'de çekilen ve Türkan Şoray'la başrolü paylaştığı Ana filmi onun az rastlanan iyi adam tiplemeleri için gösterilecek ilginç bir örnektir. Yaptığı balık ağları ile geçimini sağlayan Şevket (Erol Taş), kan davası yüzünden ailesi ile birlikte köy köy dolaşmaktadır. Sinemanın kötü adamı olarak bilinen Taş, filmdeki Şevket tiplemesinde tamamen farklı bir karakter çizmektedir. Kanlısı rolündeki Kadir Savun'la sanki rolleri değişmiş gibidirler. Bu seyirci içinde çok alışılagemiş bir durum değildir. Yıllar süren takibin sonunda Şevket kanlısı Musa (Kadir Savun) tarafından vurularak öldürülür.
Bir başka örnek ise, 1992 yılında çekilen, Mehmet Tanrısever'in yönettiği “Sürgün” filmidir. Erol Taş, sinemada rol bulduğu bu son filminde, kurtuluş savaşını görmüş yaşamış eski bir çavuşu oynamaktadır. Üniformasını üzerinden hiç çıkarmayan Süleyman Çavuş, göğsünde taşıdığı istiklal madalyası ile de büyük gurur duymaktadır. Çatak köyüne gelen öğretmenin (Bulut Aras) yeniliklerine sıcak bakar, ona yardımcı olur. Hatta köyün muhtarına karşı onu savunur. Öğretmenin köyden sürgün edilmesini engellemek için köy halkıyla birlikte Kaymakamlığa gitse de bu işe yaramaz. Bunun üzerine çavuş gururla taşıdığı istiklal madalyasını çıkarır ve köyden ayrılan öğretmene verir.
Erol Taş'ı 1969 yılı itibariyle Çetin İnanç, 1971'den sonra ise Yılmaz Atadeniz'li macera filmlerinde sıkça görmekteyiz. Yılmayan Şeytan filminde (1968 - Yılmaz Atadeniz) Dr. Şeytan'ı oynar. Dr. Şeytan (Erol Taş), 'Tanyant' madenini kullanarak bir robot icat eder. Amacı ürettiği robotlarla dünyayı ele geçirmektir. Ancak filmin sonunda kısa devre yapan robotu tarafından öldürülür. Çeko'nun (1970 - Çetin İnanç) konusu ise 1875 yılında Meksika'da geçmektedir. Ramon isimli eşkıya (Erol Taş), köylülere türlü işkenceler yapmakta ve cinayetler işlemektedir. Bir başka Yılmaz Atadeniz filmi olan Maskeli Beşler ve Maskeli Beşler'in Dönüşü'nde (1968) ise (Erol Taş) yine Ramon ismi ile ancak bu kez Meksikalı bir general rolündedir. Kızıl Maske'de (1968 - Tolgay Ziyal) müze müdürü, Küçük Kovboy'da (1973 - Guido Zurli) çiftlik kahyası, Hakanların Savaşı'nda ise (1968 - Mehmet Arslan) Kubilay Han rollünü oynamaktadır.
Yaklaşık 200 filmde irili ufaklı çeşitli roller alan Erol Taş, oynadığı filmlerin altısında ise başrol oyuncusu olarak karşımıza çıkıyor: Mapushane Çeşmesi (1964-Suphi Kaner), Kanlı Kale (1965-Yavuz Yalınkılıç), Efenin İntikamı (1967-Yavuz Yalınkılıç), Eşkiya Kanı/Hakimo (1968-Yavuz Figenli), Konuşan Gözler (1965-Hicri Akbaşlı), Katırcı Yani Efenin Definesi (1967-Yavuz Yalınkılıç).
45 yıllık oyunculuk yaşamı süresince sinemaya büyük emek veren Erol Taş, bu emeğin bir sonucu olarak; 1965 yılında Duvarların Ötesi ile Antalya Film Festivali'nde, 1967'de İnce Cumali ile yine Antalya Film Festivali'nde, Sahildeki Ceset ile İzmir Film Festivali'nde, Susuz Yaz'daki oyunculuğu ile ise Turizm Bakanlığı ve Meksika Accopulco Festivali'nde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödüllerini aldı. Sanatçı, 8 Kasım 1998 günü, Samatya SSK Hastanesi’nde hayata gözlerini yumdu
Devamını oku: https://patnoslular.webnode.page/patnosun-unluleri/erol%20ta%c5%9f/

H.ALLADİN ESİN
BARIŞ ELÇİSİ
HACI ALLATTİN ESİN
Olayın gectiği köyü, kişilleri, tarihi ve mevzuyu etik olmadığı için aktarmıyorum.
Bir yorgun yaz sabahıydı. Erkenden uyandırılmıştım. Neticede Hacı Allattin dedenin artık şöförüydüm. Dedem diyorum ama aslen dedemin abisiydi. Ama ben doğduğumda onun torunuydum. O ise ölünceye kadar dedem olarak kalacaktı. Nitekim hala öyle. Gençlik yıllarımın damarımda akan kanın en hızlı dönemiydi. Tabii araba sürmekte öyle. O dönemde ehliyetim olmamasına rağmen araba sürmek son derece keyifliydi. Sadece bana haz bir duygu değildi bu , tüm erkek gençlerin en büyük zevkiydi. Ben beyaz Toros stayjin arabadan terfi olmuş artık Brodway kullanıyordum. O dönem en lüks araçta oydu zaten. Erkenden dedemin geniş ve büyük evin bahçe avlusunda oluverdim. Bir kaç tanımadığım adam yine evin önünde dedemin çıkmasını bekliyorlardı. Her daim sabah erken saatlerinde evin önüne gelip sorun ve dileklerini temenisi için dedemin evde çıkmasını bekliyor olurlardı. Dedem merdivenlerden inerken gördüğümde ise her zaman ki gibi şık ve güzel yüzü ile beliriverdi. Her daim kaliteli ve güzel özelliklede uyumlu giyinirdi. O dönemde o elbiselleri nerden bulurdu hala düşünürüm. Ayak üstü şapkalı köylü amcalarla konuştuktan sonra arabaya bindi. Yine her zaman ki gibi arabanın önününe sakince oturdu. Arabanın ön tarafına oturmak Memanilerle özdeşleşmişti zaten. Çarşının köşesinde bulunan beyaz eşya mağazasının önüne vardığımızda Bülent amcamın hala dükan açmadığını gördü. Ama mağazanın önünde yine bekleyenler vardı. Onları arabaya aldı. Arka üçlenmişti. Yolda bir başka mahalleden duruma hakim olan başka bir adam almak için adamın evinin önüne geldik. Böylece arabanın arkasında dört kişi ile köy yoluna koyulmuştuk bile. Bütün köy yollarında olduğu gibi bu köy yoluda asvalt değildi. Düz ve güzel bir toprak yoldu. Aniden önüme çıkan çukurlarıda manevra yaparak kurtarmak benim işimdi. Havada ki jetlerin çıkardığı beyaz izin aynısı arabamın arkasında çıkan toz bulutu ile aynıydı. Sanki arkamızda toz dumanı bize eşlik ediyordu. Hava sıcak ve boğucuydu. Arabada ki dört yarı şişman amca mızmızlanmaya başlamışlardı bile. Arabanın camını açtığımda içerisi tozdan gecilmezdi. Camı kapatığımda ise sıcaktan durulmuyordu. Sonradan tecrube edindim ki sadece iki arka camı acılarak durumu yaşanabilir hale getirebiliyordum.
Dedem yine her zaman ki gibi arabanın teyibinden Şakıro' yu dinlemeye başlamıştı. Ben ise Şakıro' yu dinlemekten nefret ediyordum. Ve bu saçmalığa hiç tahaamül edemediğim halde sesimi hiç çıkaramıyordum. Bazen gizliden müziği değiştirdiğimde ise uluslararası ülkelerde ki elçiliğe çağırılmış ve bir nota uyarısı alıyordum. Halbu ki o dönemlerde Burak Kut, Tarkan, Aşkın Nur Yengi, Ben Deniz vardı. Çok beğeniyordum o sanatçıları. Keşke onların şarkısı çalsa derdim içimden hep. Bu Şakıro da neyin nesi oluyor üstelik içinde hiç müzik dahi bile yok. Düşünsenize şarkı söylerken bile bir anda kapı cızırtısı bile geliyor kullağıma. Üstelik Şakıro stüdyo kayıt mikrofonu kullanmıyor. Stüdyo mikseri yok. Referans monitör, midi klavye, ses kartı, mikrofon ayaklığı bile kullanmıyor. Adam normal sıradan bir teyibin içine kaset koyup REC tuşuna basarak abası çıktığı kadar bağırarak sözde türkü yapmış. Ve büyük sözde bilge insanlarda hep onu dinliyorlardı. HALBUKİ BİZ GENÇLER ÖYLE DEĞİLDİK... Ve malasef çok sonradan öğrendim gerçekleri . Meğer o dönemlerde dinlediğim sanatçılar asıl onlar anlamsız ve kullak gıcırtısı olduğunu. Gerçek sesin sahibin Şakıro olduğunu öğrenmem bana çok zamana mal oldu. Meğer her söylediği bir gerçek yaşanmış hikayenin, bir feryadın, bir naranın bir insanlığın notalarıymış. İmkansızlıklar içinde olmasına rağmen asıl hayat ve müzik dersi vermiş bizlere. Ben hala sık sık gözü nemli dinlerim Şakıro'yu. O da Nur içinde yatsın. Tıpkı ölmüş bütün değerli büyüklerimiz gibi. Biz o dönem bunu idrak edemedik belki ama emin olun yine BİZ GENÇLER BU BAYRAĞI BİZDEN SONRAKİ NESİLLERE TAŞIYACAĞIZ..( Ruhu şad olsun.)
Köye varıp hepimiz arabadan indiğimizde görüşeceğimiz adamın dört, beş basamaklı bir ev merdivenin üstünde muhtemelen torununun yardımı ile bir su ibriği ile abdest aldığını gördüm. Öğle namazı saati için çok erkendi. Lakin bu tür dava mesellerinde abdest almak geleneklerimizdendi. Adam hızlıca abdestini alırkende dedemde ağır hareketlerle abdesin tamamlanmasını bekledi. Son derece uzun ve meşakatli ve tartışmalardan sonra dedem karşı tarafın istediği ceza-i parayı köylü amcaya söyledi. Adam o paranın büyüklüğünü duyunca o çatlamış ve nasır tutmuş elleri ile göz yaşlarını sildi. Benim ve çocuklarımın bu parayı ödeme şansı yok dedi. Bu davanın sonuçlanmasını ve bir daha başka bir olayın olmamamasını hepinizden çok ben istiyorum ama böyle bir paramız yok dedi. Varlığımı satsam yine böyle bir para çıkmaz benden demesinin ardından dedem tüm metaneti ve sakinliği ile dolup taşıyan heyecandan yerinden duramıyan adama sarılarak Allah büyüktür dedi ve doğruca başka bir köye hısmının olduğu adamın yanına geldi. Adam ateşliydi. Sözleride öyle. Dedemin yanında saygıda kusur olmasın diye pek konuşmuyor gibi yapıyordu ama her sözü kavgaya davet niteliğindeydi. Dedem konuşmayı hiç uzatmadı. Davacı olduğunuz adam istediğiniz parayı vermeye ikna oldu dedi. Ve parayıda bana peşinen verdi. İki gün sonra falan falan kişiyi yanına alarak yanıma gelin Kuran'a el bastıktan sonra ve yemin ettikten sonra paranızı benden alabilirsiniz dedi. Tabii ben her durumu görüp bildiğim için çok şaşırdım. Ertesi günü dedeme dede bu köylü amca sana hiç para vermedi. Halbu ki sen adamdan para aldığını söyledin. Dedem bir kaç kelime edebildi bana. Keşke her şey para ile hal olabilseydi. Bu adam çok gururlu ve eskiden de varlıklıydı, olsaydı elbet oda parayı verecekti. Bak ne güzel hayır hasanet sahibi oldum. Bundan daha hayırlı başka ne olabilir dediğinde yüzünde ki nuru gördüm. Samimi ve içtendi. Duygulu ve mutluydu...
Aradan baya bir zaman sonra mağazanın ve işletmenin başına ben geçtim. Haliyle saltanatlık gibi benim şöförlüğüm kardeşim Faruk'a geçti. Artık dedemin yeni şöförü oydu. Çok zaman sonra bu olaya çok benzer ama ayrı bir mevzuda yine dedemin cebinden çıkardığı para ile olayları halettiğini kardeşim tarafından bana söyleyince tecrubeli biriymişim gibi tebbesüm ettim sadece. Hiç yorum yapmadım. O tebbesüm o gündür bu gündür her daim benim yanımdadır. Nacizane ufakta olsa bir katkı yaptığımda o tebbesüm dedemden aldığım tebbesüm ile birleşir. Biz büyüklerimizi böyle gördük. Gizliden yapılan hayır ve hasanetler vardı. Kimse bilmezdi. Bilmesinide hoş görmezlerdi. Bir elin verdiğini diğer el bilmezdi. Rabbim bizi onurlu kıldı. ÇÜNKİ O ESKİ İNSANLARLA YAŞAMAYI BİZE BAHŞETTİ...
YAZAN: TORUNU FATİH ESİN