top of page

BALYOZ...

BALYOZ

Odanın duvarları siyah, gri ve sarı renkli taşlarla kaplanmış, bir taş duvar görünümü verilmişti. Taşların arası ince bir işçilikle, ustaca derzlenmişti. Derzlerin üzeri siyaha boyanmıştı. Odanın bir köşesinde de güzelce yıkanmış, üst-üste bırakılmış portakal büyüklüğünde yuvarlak ve pürüzsüz dere taşları duruyordu. Taşların hemen yanındaki duvara paslı bir kürek yaslanmış, onun dibinde de üzerinde hâlâ kurumuş beton bulunan bir mala duruyordu. Küçük taşlarla süslenmiş duvarda da bir balyoz duruyordu. Ömründe balyoz görmemiş, yorgunluğu hiç mi hiç yaşamamış bir insan bile o balyozun yorgunluğunu anlayabilirdi. Özenle delinmiş sapından, kalın bir çiviye asılmıştı, onun yükünü taşısın diye. Ömrü boyunca birçok kahramanlık yapmış, mumyalandıktan sonra da askeri kıyafetleriyle dimdik bırakılmış bir asker gibi gururluydu o balyoz.

Odaya girdiğimde, dirseğini masaya dayamış, elleriyle de yorgun kafası düşmesin diye çenesini sımsıkı tutmuştu. Hüzünle bulanıklaşmış gözlerini balyozdan ayırmıyordu. Benim geldiğimi fark etmemişti bile. Onun baktığı tarafa doğru yürüdüm. Beni fark etmesi için balyozla onun arasında ayakta duruyordum. Gözlerini hızlı hızlı kırptı. Sanki hüznünü daha derinlere saklamak, acısını bana göstermemek için yapıyordu bunu. Ayağa kalktı, gövdesi kırılmış bir ağaç gibiydi. Onu ayakta tutan birkaç hayat damarından umut yolluyordu kalbine, çünkü bana gülümsemek için müthiş bir çaba sarf ediyordu. Elimi sıktığı esnada düşecek gibi oldu. Diğer eliyle masanın ucuna tutundu. Masa sallandı, titredi, üzerindeki bardaktan birkaç damla su döküldü.

Yeniden sandalyeye oturmuştu. Ben de karşısına geçip oturmuştum. Böyle zamanlarda ne yapılır, ne edilir, bilmiyordum. Her şeyde bir tecrübe edinir de acının tecrübesini bir türlü edinemez insan. Her acı bizi yeniden acemileştirir çünkü. Fazlasıyla acemiydim. Eminim ki o da susmamı istiyordu. Kendi sesinden bile rahatsızdı, çünkü konuşmuyordu.

Yeniden ayağa kalktı. Balyozun sapından tutup ipten kurtarmaya çalışıyordu. Balyozu ipten kurtardığında ağırlığını hesaba katmamış olacak ki havada tutamadı. Balyoz sertçe yere düştü. O da yere çömelerek balyozu dikleştirmişti. Bir süre öylece bekledi. Çenesini balyozun sapına dayamıştı. Göğsü, bir deniz gibi inip kalkıyor, her defasında ağzından uzun uzun soluyor, içindeki sınır tanımayan azgın yangını dindirmeye çalışıyordu. Ben de yere çömelmiştim. Bir şey yapmış olmak için balyoza öylesine dokunmuştum. Kafasını kaldırmış, bana bakıyordu o esnada:

“Bu balyoz var ya, babamın tek silahıydı. Dünyaya bunun sapından tutunmuştu.”

Sapını elleriyle ovuyor, orada bir yara görmüş gibi parmak uçlarıyla nazikçe o kurumuş ağaca dokunuyordu. Kirpiklerim oynasa susacaktı. Bu yüzden bir heykel gibi duruyordum tek farkla; hüznü bana da hükmediyordu. Gözlerini yerdeki balyozdan ayırmadan devam etmişti:

“Babam işten döndüğünde bir leğene su doldurur, balyozunu içine bırakırdı. Böylece sapı iyice gevşer, balyozun yuvasında iyice yer edinirdi. İşte bu balyozla kaderimizi yonttu, yaşamımıza şekil verdi. Her noktasında, tükettiği enerjisinin ve durmadan dirilttiği umudunun izleri; alnından dökülen tuzlu, soğuk terinin kokusu var.”

Babası öleli aylar olmuştu. Tek başına yaşadığı bu evden dışarıya çıkmıyordu uzun zamandır. Kimseyle görüşmüyor, telefonlara da cevap vermiyordu. Benimle de görüşmesinin nedeni, babalarımızın yıllarca beraber taş duvar örmesiydi. Babalarımız sadece taş duvar örmemişlerdi. Bizim kaderimizi kesiştiren yolları da örmüşlerdi. Balyoz, taşa her indiğinde etrafa sıçrayan küçük ve keskin taş parçaları aynı yerlerden yaralamıştı ikimizi de.

Balyozu yerden alıp duvara astı. Yeniden sandalyeye oturmuştu. Masanın üzerinde dağınık duran fotoğrafları alıp zarfın içine koydu. Fotoğraflarda taş yığınları arasında oturmuş, gülümseyerek sigara içen kalın kaşlı bir adam vardı. Zarfı kapatırken elleri titriyordu. Zarfı bir kitabın arasına koydu. Köşedeki dere taşlarından iki tane aldı. Birini masaya bıraktı, diğerini de elinde tutuyordu. Yerdeki malaya bakarak:

“Babam, kocaman bir kayanın etrafında döner, elinde balyozla düşünür, tartar kayanın zaafını bulmaya çalışırdı. Kayalar, en zayıf yerlerinden kırılırlar. Tıpkı insanlar gibi; vurduğun yeri bilmezsen dağıtırsın, bilirsen ona şekil verirsin, derdi. Benim bütün gücümle vurup balyozun izini bile çıkaramadığım taşları tek seferde küp küp kırardı. Kırdığı taşların içinde en düzgün olanını köşe taşı olarak ayırırdı. Bak, derdi. Köşeler en düzgün olana verilir. Çünkü orası eğri olursa bütün duvar yamuk yumuk olur. Köşe yıkılırsa duvar da yıkılır. Toplum gibi.”

Durdu, raflardaki kitaplara baktı:

“Dünya görüşünü, yaşam felsefesini taşların dili üzerine kurmuştu. Köşe taşına getirdiği yorum, toplum için de geçerli değil mi?”

“Evet!” diyebildim cılız, parçalanmış bir sele.

Yeniden ayağa kalktı. Boş bir rafta duran sarı renkli işçi eldivenlerini ellerine geçirmişti. Eldivenler hem yırtık hem de eskiydi. Sağ elini sol elinin içine koyup yumruk yaparak:

“Çok az konuşurdu babam. Konuşma sırası ona geldiğinde bile susardı. Konuşmanın sırası mı olur, derdi. Taşları paramparça eden, onlara neresinden vuracağını bilen babam, içine oturmuş yosunlu taşları kırmayı başaramadı belki de. Başarsa dili çözülür, sözcükleri tıpkı kırdığı taşlar gibi düzgünce yan yana örer, uzun uzun cümleler kurardı belki de. Bir tane bile uzun cümle kuramadan öldü babam. Yıllardır kafasında kurmaya çalıştığı o uzun cümleyi bir kaya gibi içine oturtup gitti babam.”

Gözleri yaşlanmıştı. Bulanık suda yeşermiş kamışlar gibi ıslaktı kirpikleri. Eline bir defter aldı. İlk sayfasını açtı. Okumaya başladı:

“Babam çok ezildi. Şimdi ben, onun ezilmiş ruhundan fışkırdım. Oradan beslendim, besleniyorum. Bütün konuştuklarım, onun sustuklarından doğdu.”

Defteri bıraktı. Yeniden balyoza dikti gözlerini.

“Ömrümü yazarak geçireceğim artık. Babamın içine bir kaya gibi oturan o cümleyi bulana kadar da durmayacağım.”

Zafer Çarboğa

Son Yazılar

Hepsini Gör
EVLERİN DAMLARI HÜZÜNLE AKIYOR...

EVLERİN DAMLARI HÜZÜNLE AKIYOR Bir zamanlar şehrin en zengin ailelerinin oturduğu sokakta şimdilerde yıkılmak üzere olan tek katlı,...

 
 
 
ÇUKURLAR YOLLARIN...

ÇUKURLAR YOLLARIN YARALARIDIR Belki ölümle sağalır yara. Ahmet Erhan “Ölmüş birini beklemek daha az yorar.” dedi yazgısını pencereye...

 
 
 
CEKETİ KIVRILMIŞ ADAMLAR

CEKETİ KIVRILMIŞ ADAMLAR “Elinde poşet olan adamı görüyor musun?” “Hangisi?” “Yokuşa doğru tırmanan adamı diyorum.” Sanki gözlerinde...

 
 
 

Comments


Yayınlanan tüm yazılar izne tabidir. İzin almadan kullanılamaz. İspat  -  Patnos'un sesi soluğu  -  04ispat04@gmail.com - Pendik, İstanbul, Türkiye 34698

bottom of page