top of page

CEKETİ KIVRILMIŞ ADAMLAR


CEKETİ KIVRILMIŞ ADAMLAR

“Elinde poşet olan adamı görüyor musun?”

“Hangisi?”

“Yokuşa doğru tırmanan adamı diyorum.”

Sanki gözlerinde değilmiş gibi, saplarından tuttuğu gözlüğünü sertçe yerine yerleştirdi. Gözlerini kısarak yokuşa doğru baktı. Uzaklara bakarken ağzını da, ekşi bir şeyi yutuyormuşçasına, buruştururdu. Hatta ellerini de gözlerine siper ederdi güneşten sakınır gibi.

“Ceketi ters bir şekilde kıvrılmış olan adamı mı diyorsun?”

Dikkatlice bakınca ceketinin kıvrılmış ve kırışmış olduğunu fark ettim. Yorgun görünüyordu. Ama bu yorgunluk, yaşamaya çalışırken kaybedilmiş isteğin vücut bulmuş haliydi. Gündelik yorgunluklara benzemiyordu. Zamanın acımasız değirmeninde öğütülerek un ufak olmuş bir hali vardı.

Ben, aklımdan bunları geçirirken Doğukan Toprak sigarasını yakmış, bir tane de bana uzatmıştı. Tek başına sigara içmeyi sevmezdi. Çoğu zaman onun yalnızken sigara içmediğini düşünürdüm. Sigara içişi de diğer insanlara benzemiyordu zaten. Sigarasını dudaklarının hizasında ve kül tabağının tam da üstünde tutardı. Ağzına aldığında gözleri mutlaka kapalı olurdu. Sigara içmek, onun için zevkli olsa da dışarıdan bakıldığında birçok aşamaları olan yorucu bir iş gibi görünüyordu. O, sigara içtiğinde ben yoruluyordum. Müthiş bir ciddiyetle yapıyordu bunu.

Sigarasının külünü, tarlaya buğday eken yoksul bir köylünün ciddiyetiyle kül tabağına boşalttı. Önce dışarıya sonra da bana baktı. Bir kuyudan su çekercesine zihninin en karanlık yerlerinden uygun sözcükleri bulup çıkarmaya çalışıyordu. Sonra, derin bir nefes alarak:

“Ceketi kıvrılmış adamlarla ilgili bir düşüncem var biliyor musun?”

Soru olup olmadığına emin olamadığım bu orta halli cümleye bir karşılık vermeme fırsat vermeden devam etti.

“Nedense onların yaşamaktan değil de yaşama dair isteklerinin gerçekleşmemiş olmalarından ötürü yorulduklarını düşünürüm. Yaşamla aralarına örülmüş olan zorluk duvarını sorgulamadan yaşarlar. Tek yapmak istedikleri, duvarın öbür tarafını görmek. Sağ çıkamayacakları bu zorlu hayattan, adeta yaşamadan ölme korkusu, onların uykularını kaçırır.”

Ceketi tersten kıvrılmış, ceketinin yırtmacı gevşemiş ve omuzları çökmüş adamları zihnimden geçiriyordum. Babam, amcalarım, hiç görmediğim dedelerim, uzak akrabalar, komşular… Hepsinin arkadan nasıl göründüklerini, ceketlerinin kıvrılmış olup olmadığını hatırlamaya çalışıyordum.

Onun söylediklerinin altında bir kesinlik varmış gibi konuşuyordu. Sanki binlerce kıvrılmış ceketli adam üzerinde bilimsel araştırma yapmış da bu yargılara varmıştı. Çok tuhafıma gitmişti ceketi kıvrılmış adamlarla ilgili düşünceleri. Yaşama direnen bu adamlar ilk olarak ceketlerinden mi başlarlardı yenilmeye? Bütün dirençlerini orada mı kaybederlerdi?

Her zaman burada yapmaya çalıştığımız kader çizme oyununu oynayacaktık ki ortaya attığı ceketi kıvrılmış adamlar tezi, oyunu bir anda farklı yerlere getirmişti. Normalde şu an, bu adamın, “isminin ne olduğu, ne iş yaptığı, zihninden neler geçirdiği” gibi kendimizce kader tahminleri yapmamız gerekiyordu. Ama şimdi, kafamda onun ortaya attığı şey vardı.

Doğukan Toprak hala dışarı bakıyordu. Bir sigara daha yakmış, derin derin içiyordu. Henüz uzaklaşmamış olan ceketi kıvrılmış adama bakıyordu. İlgisini fazlasıyla çekmişti. Ama benim ilgimi sadece adam değil, Doğukan’ın bu yargıya nereden vardığı da çekmişti. Biraz daha dikkatli bakınca hak veriyordum. Adamın yüzünü görmesem de, binlerce yıllık bir yoldan geldiğini hissedebiliyordum. Attığı adımları, idareli kullanıyormuşçasına atıyordu. Elinde tuttuğu poşet ona yük olmaktan utanıyordu sanki. Poşet o kadar çok sallanıyordu ki, onun ellerinden kurtulmak ve bu yorgun adama daha da eziyet etmemek için çırpınıyordu. Poşet olmayan eli ceketinin cebindeydi. Elini en dibe kadar sokmuş, derinlerde bir şey arıyormuş gibi ceketi germişti.

Adamı izlerken Doğukan’ı tamamen unutmuştum. Ayağıma hafifçe vurarak:

“Adam, sağ eliyle ceketinin cebindeki bozuk paraları sayıyor. Tuhaf olan da şu; her seferinde yetersiz çıkıyor. Böyle adamların kıyafetleri de böyle, yorganları da. Hep eksik, dar ya da bol gelir. Ben bu adamları tanırım. Ceketlerinin kıvrılmışlığından tanırım. Hayatları, yetersizlik üzerine kurulmuş.”

İkimiz de dışarıya bakıyorduk. Kıvrılmış ceketli adam yolun kenarında, bir taşın üstüne oturmuş sigara içiyordu. Öyle yoğun çekiyordu ki, göğsünün kalkıp inişini görebiliyorduk. Poşeti hala elindeydi. Onunla poşet arasında nasıl bir bağ olacağını düşünüyordum. Ne olabilirdi? Bu şehirde yaşayan yoksul ve düşünceli insanların poşet ya da çantalarında eksik etmediği tek şey, bu şehirle özdeşleşmiş olan simitti. Mutlaka sevindirecekleri birileri vardı. Belki de bu adamın poşetinde simit vardı. Kaba yaratılışlı insanların aksine ince ruhlu insanlar, kaderin onlara bahşettiği meziyetler sayesinde, tutunacak bir dal bulamasalar da, yaşadıkları çevrelerde insanların tutunacakları bir dal olurlar. Belki de yaşamlarının bir yenilgiye dönüşmesinin sebebi de sahip oldukları ince ruhlarıdır. Çünkü kabalığın para ettiği bu tükürdüğüm dünyada incelik, gerçeğin peşine düşen çöl adamlarının gördükleri seraptan farksızdır. Evet, inceliğe inanıyorlar ve öyle de yaşıyorlar ama kendi dünyalarının dışına çıktıkları andan itibaren kabalığın gerçek yüzüyle karşılaşırlar. Belki de Doğukan Toprak’ın ceketi kıvrılmış adamlarda gördüğü şey buydu.

İncelik, kaba ruhlu insanların gözünde, yüce ruhlu insanların yenilgisinden başka bir şey değildir, dedi Doğukan Toprak. Ardından, uzaklara baktı. Bir şey aramış da bulamamış bir yol rehberi gibi sessizliğe gömüldü. Ceketi kıvrılmış adam hala sigarasını içiyordu.

Bulunduğumuz yer, şehrin en işlek caddesine bakan yüksekçe bir binanın en üst katıydı. Bütün şehri, çaylıkları ve kararmış denizi bir arada görebiliyorduk. Burada oturmayı ne zaman alışkanlık haline getirdiğimizi hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey, Satranç Kafede veresiye çay içebilmemizdi. Çünkü ikimiz de üniversite sınavlarına hazırlandığımız için genellikle parasızdık. Ailelerimizden para istemek gibi bir alışkanlığımız yoktu. Arada inşaatlarda kısa süreli işler bulup çalışıyor, birkaç gün ayakta durabiliyorduk. Ve bizim en büyük eğlencemiz, burada oturup kader çizme oyunu oynamaktı. Ama bugün oyunumuz bambaşka bir hal almıştı. Bir ceketin kıvrılmışlığına bakarak bir kader çizmeye çalışıyorduk.

Doğukan Toprak, aniden sıçradı bir şey hatırlamış gibi. Sigarasını hızlı hızlı çekip bitirdi. Elinde bulunan Goethe’nin kitabını, masaya bıraktı.

“Bu adama bayılıyorum. Ceketi kıvrılmış adamların yazgısını çok güzel açıklamış. Bu dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir. Evet, bir cehennemdir. Bastıkları toprağın kim bilir hangi çiçeğe can vereceğini düşünerek ağır ağır yürürler. Sanıyor musun ki bu adamlar dünyadan sadece geçerler? Onlar, karanlık dünyanın ruhlarıdırlar. Ben böyle birini tanırdım. Belki sen de tanırsın. Her sabah, belediye iş merkezinin altındaki çay ocağında oturur ve birilerinin ona iş vermesini bekler. Çoğunlukla da iş bulur. Kazandığı paranın tümünü, kimsesizlere, yolda kalmışlara ve çiçeklere harcar. Taşıdığı hassas kalp, gidişatın bozukluğundan rahatsız olur. Ama susmaktan da kurtulamaz. Zaten hiç anlamış değilim bunu. Dünyayı güzelleştiren insanlar neden hep geride dururlar anlamıyorum. Belki de yaşadıkları cehennemin verdiği acı, onları kendilerine çekilmeye zorlar.”

Esasen, hayata küsmüş olanlar daha yüksek çığlık atarlar. Bu, tarihte de böyledir. Demek ki bu adam, henüz hayata küsmemiş, diye karşılık verecektim ama sustum. Çığlığımı bastırmayı çok isterim çünkü. Nüfusu arttıkça yaşayanların daha da yalnızlaştığı bu gezegende susmak, birileri bizi duyamayacağı için zorunludur.

Biz bunları konuşurken ceketi kıvrılmış olan adam yavaşça doğruldu. Sigarasını eliyle söndürüp hemen sağ tarafında bulunan çöp kutusuna attı. Mevsim kıştı ama havalar o kadar da soğuk olmadığından ve adam, yokuş çıkacağından olacak ki terlememek için ceketini çıkarıp omzuna astı. Yavaş yavaş gözden kayboldu.

Ben ve Doğukan, ceketi kıvrılmış adamın arkasından uzun uzun baktık. İkimizin de bu denli etkilenmiş olması şaşırtıcıydı. Belki de ikimiz de, ceketi kıvrılmış adamların kaderini yaşayacaktık. Hatta yaşıyorduk.

Onun, bu yargılara nereden varmış olabileceğini çok merak etmeme rağmen hiç sormadım. Sormayı da düşünmüyorum. Bu dünyanın hassas kalplere bir cehennem olduğunu, babamdan öğrenmiştim zaten.

Çayımızı hızlıca yudumlayıp veresiye defterine yazdıktan sonra on iki kat boyunca merdivenlerden indik. İkimiz de asansörden korkuyorduk. Aşağı indiğimiz de hafif bir yağmur serpmeye başlamıştı. Yağmuru görmüyor ama hissediyordunuz. Ahmakıslatan diye tabir ediliyordu bu şehirde. Doğukan Toprak ile vedalaştıktan sonra ellerimi ceplerime sertçe yerleştirip hafif adımlarla yürümeye başladım. Yanımdan gelip geçen, önümde yürüyen hatta karşı kaldırımdaki insanların bile ceketlerine takılıyordu gözlerim. Adeta ceketi kıvrılmış adamların avına çıkmış gibiydim. Ama hiçbirine rastlayamadım. Bu şehirde ceketi kıvrılmış tek adam o muydu? Belki de oydu.

Yağmur bir anda hızlanınca ben de yağmura ayak uydurmaya başlamıştım. Ama nereye gideceğime karar verememiştim henüz. Uzak bir akrabamızın bu civarda oturduğunu hatırladım hemen. Şehrin üst caddesinden sağa doğru saptım. Dik bir yokuş olan yol adeta küçük bir dereye dönüşmüştü. Ayaklarım su içindeydi. Yanımdan geçen arabaların sıçrattığı çamurlu suyu saymıyorum bile.

Uzak akrabamın evine geldiğimde sırılsıklamdım. Kapıyı dokuz on yaşlarında olan Suna açtı.

“Anne, Rauf Abi de geldi.”

İçeri girip üstümü başımı kuruttuktan sonra, evde bulunan herkesin oturduğu odaya geçtim. Gözlüklerim buğulandığı için hiçbir şey görmüyordum. Ama babamın sesini duyuyordum. Hızlıca gözlüğümü sildim. Takınca uzun zamandır görmediğim babamı karşımda buldum. Bugün yaşadığım her şeyin zirvesiydi bu an. İnanılmaz bir şaşkınlık içindeydim. Aynı ceket ve aynı kıvrılmışlıkla babam oturuyordu orada.

Zafer Çarboğa

Son Yazılar

Hepsini Gör
BALYOZ...

BALYOZ Odanın duvarları siyah, gri ve sarı renkli taşlarla kaplanmış, bir taş duvar görünümü verilmişti. Taşların arası ince bir...

 
 
 
EVLERİN DAMLARI HÜZÜNLE AKIYOR...

EVLERİN DAMLARI HÜZÜNLE AKIYOR Bir zamanlar şehrin en zengin ailelerinin oturduğu sokakta şimdilerde yıkılmak üzere olan tek katlı,...

 
 
 
ÇUKURLAR YOLLARIN...

ÇUKURLAR YOLLARIN YARALARIDIR Belki ölümle sağalır yara. Ahmet Erhan “Ölmüş birini beklemek daha az yorar.” dedi yazgısını pencereye...

 
 
 

Comments


Yayınlanan tüm yazılar izne tabidir. İzin almadan kullanılamaz. İspat  -  Patnos'un sesi soluğu  -  04ispat04@gmail.com - Pendik, İstanbul, Türkiye 34698

bottom of page