top of page

EVLERİN DAMLARI HÜZÜNLE AKIYOR...

EVLERİN DAMLARI HÜZÜNLE AKIYOR



Bir zamanlar şehrin en zengin ailelerinin oturduğu sokakta şimdilerde yıkılmak üzere olan tek katlı, bahçeli evler var. Kapı ve pencereleri o dönemin en cesur renkleriyle boyanmış, bu boyalar da yer yer döküldüğü için bütün eskimişliği ve çürümüşlüğüyle o ahşap görünümü hemen göze batıyor. Geniş pencereleri, çoğunlukla doğuya ve güneye bakan kapılarıyla geçmişin bütün şatafatını yitirmenin hüznünü ilk bakışta hissettiriyorlar. Birbirine uzak olan bu evler, briketten yapılmış bahçe duvarlarıyla çevrili. Öyle ki evler somut olmayan sebeplerle gizlenmiş, hepsi kendi içine gömülmüş. Ama zamanla etrafındaki surlar yıkılınca bir cesedin utanmazlığıyla ortaya çıkıvermişler. Henüz tuvaletlerin içerde olmasının sert bir şekilde yadırgandığı zamanlarda yapılmış bu evlerde tuvaletler de, sular da evin içinde yer alıyordu. Bu da fazlasıyla garipsenecek bir durum olduğu için köylerden gelen misafirler ev içindeki tuvaleti kullanmakta epey zorlanıyor, evlerine gidene kadar ellerinden geldiğince bu tuvaletleri kullanmamaya çalışıyorlardı. Özellikle kadınlarla beraber şehre gelenler, akşam köye dönecek araba bulamayınca en uzak akrabayı bile yakın sayar, geceyi bu evlerden birinde geçirirlerdi. Bu yüzden bir zamanlar köyde oturanlar şimdi yıkılmak üzere olan bu evlere minnetle bakıyor. O minnetin altında da geçmişi geri getirememenin derin hüznü yatar. Bu evlerin bahçelerinde tandırlık yoktur çoğunlukla. Çünkü fırından ekmek alırdı bu evlerin sahipleri. O zamanlar köyde oturanlar için fırın ekmeği yeryüzünün en ulaşılmaz lezzetlerinden biriydi. Özellikle köylerdeki çocuklar bu somun ekmeklere bayılırdı. Babaları şehirden döndüğünde bu çocuklar dört gözle bu ekmeği beklerlerdi. Hatta şehirde oturan akrabaları bu durumu bildikleri için köye gittiklerinde bol bol bu şehir ekmeğinden götürürlerdi. Ne kadar doğru, bilmiyorum, ağır hastalara canının bir şey çekip çekmediği sorulduğunda bu somun ekmekten isterlermiş. İşte şu an yıkılmak üzere olan bu evlere, o zamanlar çocuk olanlar şehir ekmeğinin kokusunun ve uzaklığının hüznüyle bakarlar şu an.

İlk yapıldığında şehrin en bakımlı kadınlarının ve en gürbüz çocuklarının oturduğu bu evlerde şimdilerde çocuk kadınlar ve kışın bile çıplak ayakla dolaşan çocuklar oturur. Bu evlerin geçmişini iyi bilen hüzünlü bir insan şu yorumu yapar; dipdiri hayallerin üstüne kırık hayaller oturmuş.

Şimdilerde o evlerin etrafına yüksek binalar yapılmış, yollara parke taşları döşenmiş. Ama yollarda açılan çukurlar bu evlerde yaşayanların önemsizliğini hatırlatırcasına kapatılmamış. Bu evlerin bahçelerindeki ağaçlar dışında bir tane bile ağaç dikilmemiş bu eski mahalleye. O zamanlar kuşlar yere yakın bir mesafede uçarken, şimdilerde bir tehlike sezmiş gibi, şehrin üstünde olabildiğince yüksekten uçuyorlar. Bu evler yıkıldı yıkılacak olmasına rağmen içinde insanlar yaşıyor hala. Kiminin penceresi kırık, bir naylonla kapatılmış. Kiminin kapısı kırık, birkaç tahta iliştirilmiş. Kiminin damı açılmış, üstünkörü bir şekilde kapatılmış mavi renkli çadır bezleriyle. O zamanlar ayrıcalığın göstergesi olan bu evler, şimdilerde ötelenmişliğin ve yoksulluğun birer kanıtı gibi duruyor şehrin en orta yerinde. Bahçelerinde kışın bile çıplak ayaklı çocukların olduğu, bir anda büyük kavgaların yapıldığı bu evler, kendilerini şehrin gerçek sahibi gibi gören insanlar tarafından kanserli hücreler gibi görünüyor artık.

Bir zamanlar şehrin en zenginleri olan bu evlerin sahiplerinin çocukları, sonradan daha büyük şehirlerin zenginleri olmuşlardı. Bu yüzden bu evlerin varlığını bile unutmuşlardı. Elbette aralarında anılarını diri tutmak için yaz aylarında buralara gelenler vardı. Bu insanlar babadan kalma bu evlerin etrafına daha yüksek surlar örmüş ve daha lüks bir görünüm katmışlardı evlerine. Ama diğerleri eskidikçe eskimiş, bir zamanlar burada yaşanan sevinçlerin, hüzünlerin, acıların üstü zamanın bütün acımasızlığıyla örtülmüştü. O dönemin şartlarına rağmen bu evlerin çocukları büyük şehirlerde, en iyi okullarda okuyorlardı. Çoğu sonradan doktor, mühendis, mimar olan çocuklar, bu yüksek rakımlı küçük taşra şehrinde yaşamayı düşünmemiş bu yüzden büyük şehirlerde babalarından çok daha farklı bir yaşam kurmuşlardı. Anne ve babaları öldükten sonra da bu evlerde yaşadıkları anılarını bütün geçmişleriyle beraber kireçleyerek toprağa gömmüşlerdi. Bu yüzden bu evleri pek umursamamışlar ve sert iklimin acımasız fiziksel çözülmesine terk etmişlerdi. Sonra bu evleri yakın bir akrabalarına vermiş, o akrabalar da şimdilerde bu evlerde oturmadıkları için yüksek kiralarla göçmenlere vermişlerdi.

İşte bu günlerde, kendilerini şehrin gerçek sahipleri gibi gören insanlar bu evlerin yanından geçmemek için yollarını değiştiriyorlar. Oysa bir zamanlar buradan geçerken bu evlerde yaşayan insanların zenginliğini hatırlayınca, koltuk altlarını koklarlardı yanaklarını omuzlarına sürtüp kaşırmış gibi. Ya da fark ettirmemeye çalışarak üzerlerindeki elbiselerin eskimişliğini göz ucuyla bir kere daha kontrol ederlerdi. İnsanoğlu her şeyi çabuk unutuyor demek ki. Hatta unutmakla kalmıyor. Yaşanmamış sayıyor. Ve yaşanma ihtimali olmayan yerlere fırlatıyor geçmişini. Çünkü hatırlamak bir yüktür, deyip bundan kurtulmak istiyor.

Bir zamanlar bahçesinde ahşap sandalye ve masalarda bisküvi ile beraber çayların içildiği ve bunun ayrıcalık sayıldığı, akasya ve iğde ağaçlarının o eşsiz kokusu ve gölgesinin altında çocukların şehirli oyunlar oynadığı bu evlerin yanından insanlar geçerken imrenirlerdi burada yaşayanlara. Şimdilerde ise bahçelerinde kurumaya yüz tutmuş ağaçların altında eskimiş eşyalar, tenekeler, demir parçaları, toplanmış kâğıtlar üst üste, iç içe, yan yana bırakılmış. Bu yoksul görünümün içinde yırtık elbiseleriyle çocuklar, neredeyse çocuk yaşta bebek emziren anneler, kötü sarılmış tütünü bir gözünü kısarak içmeye çalışan ve yüzü gözü kırışıklıklar içinde olan yaşlı kadınlar, ayakta zor duran bir sandalyenin üzerinde oturmakta bile zorlanan yaşlı erkekler bulunuyor. Hepsi de yoldan geçen insanların gözlerinin içine bakıyor. Ama özellikle bebek emziren kadın çocukların bir bakışı var ki; insanın içine işler. Sanırsınız ki bu bakış yeryüzündeki bütün adaletsizlikleri ortadan kaldırabilir! Ama kimse bakmıyor onların gözüne. Gözleri tehlikelidir. Ezilenin gözleri, zalimin ve yüreksiz güçlülerin vicdanlarını en net gösteren aynadır çünkü. Çocuk kadınların saçları başörtülerinin altından görünüyor. Saçları yoksulluktan solmuş, dudakları umutsuzluktan çatlamış, elleri yardıma açılmaktan çoktan yaşlanmış. Kocalar evlerine ekmek getiremediği için koca olmayı çoktan unutmuş, kadınlar süslü sofralar kuramadığı için kadınlıklarını aç bir sevişmenin umuduna bağlamışlar. Sonra korunaksız bir damın altında birbirlerini kemirerek yeni bir canın filizlenmesine olanak sağlamışlar.

Bir zamanlar köydeki çocukların şehirde okul okurken yatılı kaldıkları bu evlerde hiçbir misafir boş çevrilmezdi. Yedirilir, içirilir, giydirilir öyle uğurlanırlardı. Şimdi bu evlerin ilk sahipleri dirilip gelseler, savaştan kaçıp gelenlerin aç aç yattıklarını görseler nasıl da utanır, ne kadar da acı çekerlerdi! Şimdilerde bu evlerde yaşayan çocuklar her gece açlıktan ağlayıp öyle uyuyorlar. İlk geldiklerinde, yerli halk tarafından belli bir düzeye kadar kucak açılmıştı bu insanlara. Ama zamanla onlar yük olarak görülmeye başlandı. Onların zayıflıklarından yararlanmak isteyen, çaresizliklerini fırsata çevirenler de olmuştu. Yıkılmak üzere olan bu evler yüksek fiyatlarla kiraya veriliyor, bu insanlar çok ucuz paralarla çalıştırılıyordu. Bu yüzden bu yoksullar arasında bazı suçlar işlenmeye başlandı. Yalnızca yoksulların ve çocukların işlediği suçlardı bunlar. Zaten yoksullar da bu günahların zenginlerin sol tarafına yazıldığına inanırlar.

Sınav kâğıtlarını topladığımda Ali’nin gözleri dolmuştu. Sebebini herkesin içinde sormak istememiştim. Ama yazdıklarıyla ilgili olduğuna emindim. Teneffüs zili çaldığında aceleyle öğretmen odasına çıkıp sakin bir yerde Ali’nin kâğıdını okumaya başladım. Oturduğu mahalledeki evlerin eski ve yeni hikâyelerini bu kadar ayrıntılı anlatabilmesine şaşırmıştım.

Ali Suriyeliydi. Boş zamanlarında kâğıt toplar ve yerde bulduğu az içilmiş sigaralardan içerdi.

Oturduğu evin damı akıyordu.

Asgari ücretin iki bin üç yüz lira olduğu dönemde oturdukları evi sekiz yüz liraya kiralamışlardı.

Son Yazılar

Hepsini Gör
BALYOZ...

BALYOZ Odanın duvarları siyah, gri ve sarı renkli taşlarla kaplanmış, bir taş duvar görünümü verilmişti. Taşların arası ince bir...

 
 
 
ÇUKURLAR YOLLARIN...

ÇUKURLAR YOLLARIN YARALARIDIR Belki ölümle sağalır yara. Ahmet Erhan “Ölmüş birini beklemek daha az yorar.” dedi yazgısını pencereye...

 
 
 
CEKETİ KIVRILMIŞ ADAMLAR

CEKETİ KIVRILMIŞ ADAMLAR “Elinde poşet olan adamı görüyor musun?” “Hangisi?” “Yokuşa doğru tırmanan adamı diyorum.” Sanki gözlerinde...

 
 
 

コメント


Yayınlanan tüm yazılar izne tabidir. İzin almadan kullanılamaz. İspat  -  Patnos'un sesi soluğu  -  04ispat04@gmail.com - Pendik, İstanbul, Türkiye 34698

bottom of page