SÖZCÜKLER VE HAKİKATLER
- Taner Kargı
- 14 Ağu 2024
- 7 dakikada okunur
SÖZCÜKLER VE HAKİKATLER
Her postada bir önceki yazının özetini de içine alarak büyüyen, İstanbul’dan Ankara’ya, Ankara’dan İstanbul’a gidip gelen soğuk, ciddi yazılardan inşa edilmiş binadan içeri girdiğimde midemin ağrısı iyice artmıştı. Yürürken girişin karşısındaki duvarı boylu boyunca kaplayan aynada lacivert takım, mavi gömlek ve kırmızı kravatlı görüntümü, midesi ağrıyan birine özgü kısılmış gözlerimi, birleşip büzülmüş dudaklarımı gördüm.
Evrak servisi alt katlarda olurdu ama yine de en iyisi danışmaya sormaktı. İyi giyimli bir adam elindeki deri çantayı bankonun üzerine koymuş hararetle içindeki evrakları karıştırıyor arada bir de kafasını kaldırıp birisini aradığını belli etmek ister gibi bakışlarıyla tüm katı tarıyordu. “Ya nereye gitti buradaki memur” diye ortaya seslendi bir süre sonra. Ardından evrak çantasını karıştırmaya devam etti. Koridorun sonundan hızlı adımlarla bir kadın yaklaştı. Uzun siyah saçları, lacivert tayyörünün içine giydiği ve tüm düğmelerini sonuna kadar iliklediği beyaz gömleğinin üzerinden göğüslerine dökülüyordu.
“Geldim” dedi. Bankonun arkasına geçti.
“Hanımefendi yarım saattir sizi bekliyorum” dedi adam. Evrak çantasını bankonun üzerinden aldı, elinde tutmaya başladı.
“Beyefendi lavabodaydım” dedi kadın.
“Ee ama yani yarım saat bekletilmez ki insan.”
“Ya beyefendi ne dememi istiyorsunuz. Lavabodaydım dedim.” Konuşmasında kadınsı, tatlı bir mahcubiyet seziliyordu ama daha çok adama “ee yani uzatma artık, lavabo diyorum, tuvalet diyorum, insanlık halleri diyorum” der gibi bakıyordu.
O sırada koridorda karşılaştığım eski bir arkadaşımla sohbet edip döndüğümde kadın hala adamla cebelleşiyordu. Adam, adını söylediği bir müfettişle tam bu saatte randevusu olduğunu, zaten işinin başından aşkın olduğunu öfkeyle tekrar ediyordu. Memur ise müfettişin dahilisinin ve cep telefonun cevap vermediğini, isterse bekleme salonuna geçebileceğini söylüyordu. Adam, bugün müfettişin kendisine tutanak için verdiği sürenin son günü olduğunu, muhakkak görüşmek zorunda olduğunu yine öfkeyle tekrarlıyordu. Bankonun arkasında telaşlı kadın memur, bankonun önünde öfkeli mükellef ve hemen arkasında ben. Etrafta başka kimse yoktu. “Afedersiniz Beyefendi” diyerek kendimi tanıttıktan sonra bana müfettişin adını söylemesini ve benim adımı da not etmesini, kendisine verilen sürenin en az bir hafta uzatılmasını sağlayacağımı söyledim. Adam haklı bir tereddütle nasıl emin olabileceğini sorduğunda ise danışma memurundan Grup Başkanı’nı telefona bağlamasını ve bana vermesini söyledim. Başkanla kısa bir konuşmanın ardından telefonu mükellefe uzattım. Bir hafta fazladan zaman kazanmış olmanın mutluluğundaki mükellefi tokalaşıp yolcu ettikten sonra bankoya, memurun yanına yaklaştım. Telaşı azaldıkça yüzünün anlamlı güzelliği görünür olmuştu. Belli belirsiz sezilen kısa bir minnet bakışının ardından “Buyurun” dedi.
“Evrak servisine gidecektim de. Nerede acaba”
“İki altta. Yeni mi geldiniz?”
“Evet.”
“Hoş geldiniz üstad. Hayırlı olsun. Nereden geldiniz?”
“İstanbul Gruptaydım aslında. Üç yıldır turnelerdeyim. Bu bina yoktu. Karaköy’deydik.”
“Hiç Başkanlığa gelmediniz mi üç yıldır?”
“Yok gelmedim.”
“Niye üstad?”
“Öyle istedim. Biraz gezeyim dedim.”
“Ee baya gezmişsinizdir.”
“Diyarbakır, Hakkâri, Van, Batman, Bitlis…”
“Ooo hep de doğu. Valla geçmiş olsun üstad. Aileyle zor olmadı mı?”
“Bekarım. Yoksa çok zor olurdu tabi”
“Artık buradasınız ama inşallah”
Bildiğim her şeyi geride bırakıp, hiç görmediğim şehirlerde geçirdiğim üç koca yılın tek bir cümleye ve bir geçmiş olsun’a sığdırılmasından keyfimin kaçması gerekirdi normalde. Özel bir ilgi veya takdir beklediğimden değil. İç dünyama ait şeyler kelimelere döküldüğünde büyüsünü kaybederdi. Ama iyiydim, keyfim binaya girdiğim andan daha iyiydi.
Merdivenlerden inmek üzere köşeyi dönerken göz ucuyla bir daha baktım. Bekar olup olmadığımı öğrenmeye mi çalışmıştı acaba diye düşünmeden edemedim. Güzel kız diye geçirdim içimden. Kapısının yanında “Evrak servisi” yazan odadan içeri girdim. Memura kendimi tanıttım. Resmi Gazete’nin çıktısını uzattım. Odadaki diğer memurlar da yanımıza geldi. Kadın memurlar sanki bir kabahat işlemişler gibi birbirlerine bakıyordu. Erkek memur serinkanlılıkla kadın memurun elindeki çıktıyı aldı. İşaretlemiş olduğum bölüme kısa bir an baktıktan sonra işi bitene kadar oturmamı rica etti.
Evrak işlerim tamamlandıktan sonra grup başkanını görmek için binanın en üst katına çıktım. Odanın önündeki sekretere görüşmek istediğimi söyledim. Hiç sormadan içeri buyurmamı, başkanın beni beklediğini söyledi. Sanırım mutlu olayım diye adımı bildiğini de göstermeye özen gösteriyordu. Şimdi Grup Başkanı olan Abdullah, yaklaşık sekiz yıl önce yardımcılığının son refakatini benim yanımda yapmıştı. Pek çok yardımcım olmuştu ama onun yeri ayrıydı. Koca bir geleneğin yıkılışının vücut bulmasıydı o benim için. Liyakatin, ciddiyetin esas olduğu, saygınlığın, kaynağını derinlikli bilgiden aldığı zamanların sonunun ilanıydı. Abdullah mesleğe girmeden hemen önce Maliye Bakanlığındaki denetim birimleri birleştirilmişti. Maliye Teftiş Kurulunun yüz yıldan uzun tarihi boyunca aynı anda iki yüz müfettiş hiç olmamasına karşın bir seferde yüzlerce müfettiş yardımcısı alımı yapılmıştı. Aslında meslek o zaman bitmişti benim için ve pek çok Maliye Müfettişi meslektaşım için.
Büyük bir üretim tesisinin incelemesini yapıyordum o geldiğinde. Bir hafta içerisinde tamamlaması için ödev mahiyetinde, üretim tesisinin o yılki çuval sarfiyatından hareketle satışlarının analizini yapmaya çalışmasını söylemiştim. Abdullah’ın son refakatiydi ve birkaç ay sonra gireceği yeterlilik sınavı için de bu inceleme iyi bir şanstı. Daha önceki yardımcılarımdan biliyordum. Bazı yerlerde takılır, gelip sorarlardı. Kapasitesi en zayıf olan, en fazla, alınan çuvallardaki fire oranı olarak neyi dikkate alacağız gibi şeyler sorardı. Yanıma hiç uğramadan, hiçbir şey sormadan geçen bir haftanın sonunda geldi Abdullah.
“Ne yaptın ne durumda analizin? Takıldığın bir yer olmadı anlaşılan.”
“Yok üstad çok şükür.”
“Mail mi atacaksın çalışma sonucunu?”
“Ha, yok üstad. Anlatayım hemen.”
“?”
“Ya baktım firma bu sene hiç çuval almamış zaten.”
“Eee?”
“Yani bilemeyiz üstad. Sarfiyat demiştiniz ya. Almamışlar ki sarfiyat olsun.”
Dönem başı mevcut, dönem sonu stok falan diyecek oldum, demedim. Çok temel bilgilerden bile yoksun olduğunu zamanla görecektim ve ona o ödevi vermenin ne kadar komik olduğunu anlayacaktım. Basit oran orantı mantığını bile kuramıyordu. Laf kalabalığı ile, konuyu bildiği, ezberlediği sınırlı alanlara taşımaya çabalıyordu. Odama uğrayan meslektaşlarım da zamanla Abdullah’ın durumunun farkına vardılar. Dalgacılığıyla bilinen bir arkadaşımla diyalogları Grupta uzun zaman eğlence konusu olmuştu.
“KDV oranı yüzde on sekiz ise ve ürünün KDV dahil fiyatı yüz lira ise KDV hariç fiyatı nedir” diye durup dururken sormuştu arkadaşım Abdullah’a. Sanki teorik bir soru sorulmuş ya da ilham gereken felsefi bir tartışma yapıyormuş gibi uzun uzun düşünmüş ve sonunda kendine gayet güvenir bir edayla “üstad KDV oranı yüzde on sekiz ise KDV hariç fiyatı yüz lira olmalı tabi ki. Soru yanlış” diye yanıtlamıştı Abdullah. “KDV oranı yüzde on sekiz olan her ürünün KDV hariç fiyatı yüz lira olmalıdır, öyle mi” diye gülerek soran arkadaşımı “muhakkak üstad, muhakkak” diyerek kendinden emin cevaplamıştı. “Muhakkak Abdullah” kalmıştı adı uzun bir zaman.
Abdullah’ın refakat değerlendirmesini olumsuz yazmamıştım. Biliyordum çünkü, bu yaşanılanların suçlusu o değildi. Dövüşülecekse asıl sorumlularla dövüşülmeliydi. Asla memur soruşturması görevi verilmemesine ilişkin ufak bir not düşmüştüm. Kurul Abdullah’ın vergi incelemesi yapamayacağını zaten görecek ve rutin, basit incelemeler verecekti zamanla. Vergi dairesi veya defterdarlık teftişi işine zaten tek başına göndermezlerdi, elbet yanında ehil birileri olurdu. Memur soruşturması ise kötü sonuçlara yol açardı. Soruşturduğu memuru bunalıma sokardı. Mevzuata hâkim olamadığından ve muhakeme yeteneği de zayıf olduğundan ciddi mağduriyetlere sebep olabilirdi. Bir de tüm özellikleri için ortalama not vermişken “Özgüven” özelliğine en yüksek notu vermiştim. Öğlen yemeği sırasındaki bir konuşması ile o notu fazlasıyla hak etmişti. Türkiye’de aydının rolü hakkında bir sohbet açılmıştı masada. Donanımlı arkadaşlarım ciddiye alınır şeyler söylüyorlardı. Birden bir soruyla söze girdi Abdullah.
“Münevverle aydının farkı nedir sizce üstadlarım? Ben söyleyeyim aydın var olan bir ışık kaynağından aldığı ışığı yansıtır. Yani aydın Ay’dır. Zaten bence aydın ismi de Ay’dan gelmiştir. Münevver ise kendi başına ışık kaynağıdır. Nur saçar. Güneş gibidir.”
Muhakkak Abdullah adını almasına yol açan arkadaşım yine muzipçe “Münevver ismi de Güneş’ten mi geliyor Abdullah. Yani sence tabi” diye sormuştu.
Bu defa topu istediği alana çektiğinden emin olan Abdullah, ciddi bir tavırla “Hayır üstad lütfen, bu konu şakaya alınamaz. Mesela Hoca Efendi’ye aydın denildiğini görüyoruz kimi yerlerde. Bu kabul edilebilir bir şey mi Allah aşkına. Işık ve bilgi kaynağı değil mi o, birilerinden duyduklarını mı tekrarlıyor yani. Lütfen bazı şeyler hayatidir, şaka konusu yapılamaz.”
Dayanamamış söze girmiştim. “Olmayan birisinden duyduklarını tekrarlıyor.”
Masadaki arkadaşlarım cevabıma çok gülmüşlerdi. Abdullah ise anlamamış “Muhakkak üstad, muhakkak” demişti, kafasını manalı manalı sallayarak.
Odaya girdiğimde Başkan Abdullah Bey masasında oturuyor, önüne yığılı evrakları imzalıyordu. Biraz sonra kafasını kaldırıp bana doğru baktı. Hemen tepki vermedi, birkaç saniyeliğine tekrar evraklara baktı. O an aklında sadece en doğru tavrı nasıl göstereceği vardı. Tekrar kafasını kaldırıp baktığında sanki beni şimdi görmüş gibi yüzünde ezbere bir gülümsemeyle ayağa kalktı ve kollarını büyük büyük iki yana açarak yanıma doğru yürüdü
“Ooo üstadım. Hoş geldiniz. Çözümle geldiniz. İşte benim üstadım”
Bir yandan da iki yana açık kollarını ne yapacağını bilemiyordu. İki yanımdan kollarıma dokunur gibi yapıyor sonra geri çekiyordu. Sıcak davranmaya çabalıyor ama münasebetsiz görünmekten de çekiniyordu. Istıraplı gelgitlerine son vermek için ben sarıldım. Rahatladı.
“Ya üstad. Bu adamın kaçıncı bu biliyor musun, kaçıncı defa randevu veriyor mükellefe de kendisi olmuyor. Nerede bizim gibi eski müfettişler. Sizin yardımcılığınızı yapsaydı da görseydi. Neyse ama bu son.”
“Olur böyle şeyler.”
“Neyse üstad. Yıllar oldu. Bir gittiniz pir gittiniz. Haberlerinizi hep aldık ama. Kulağınızı da çok çınlattık.”
“Sağ ol Abdullah. Ben de senden haberdardım hep.”
“Ee tabi üstad. İş yazılarında benim imzamı sıkça görüyordunuz zaten. Unutturmam kendimi.”
Sözünü bitirir bitirmez göz göze geldik. Evet dedim içimden, aynı Abdullah. El yordamıyla yaşam savaşı veren, konuştuktan sonra sözünün karşısındaki üzerindeki etkisini anlamaya çalışıp kendini ona göre şekillendiren sevgili yardımcım.
“Maşallah. Nasıl yoğun mu işler. Uyum sağlayabildin mi görevine?”
“Çok şükür üstad. Uğraşıyoruz işte. Bilirsin devlet işleri bitmez.”
Yine aynı bezgin ifadeyi takınmıştı. Çok meyve veren bir ağaç misali başı öne düşmüştü yine.
“İyi bakalım. Yüksek lisans yapıyordun hatırladığım kadarıyla. Ne yaptın bitirebildin mi?”
“Oo üstad çoktan bitti. Doktora tezim bile onaylandı.”
“Hadi ya. Valla bravo. Ne üzerine yazdın tezini?”
“Burada var üstad. Hemen buluyorum bir saniye. Hah evet işte, buyurun. Sizde kalabilir üstad.”
"AK Parti teşkilatlarının demokratik değerlere bakışı üzerine karşılaştırmalı bir analiz: Milli görüşten muhafazakâr demokrasiye"
“Evet üstad. Zor iş gerçekten. Bu arada en ferah odayı hazırlattım size. Eğer sizin oda arkadaşı olmak için anlaştığınız birisi varsa beraber geçersiniz. Yoksa da ben aklı başında, canınızı sıkmayacak birini veririm yanınıza.”
“Sağ ol Abdullah. Haberin yok belli ki” dedim.
“Hayırdır üstad, neden haberim yok?”
“Sabaha karşı yayınlanan Resmi Gazetede adım var.”
“KHK listesinde mi?”
“Evet.”
“Ah üstad ya üzüldüm valla, beklemiyordum, şaşırdım. Bakayım bi”
Ekranından Resmi Gazeteyi açtı. Pek çok liste arasından hangisine dahil edildiğimi anladı hemen.
“Ee tabi Allah’ın cezası Fetöcülerin arasında olmazdı zaten adınız.”
“Bölücü ve yıkıcı faaliyetlerde bulunanlarda olur ama, öyle mi” dedim gülümseyerek.
“Yok üstad öyle demek istemedim. Ama işte ne yapalım, devletin de refleksleri var. Zamanla rayına girer her şey üstad.”
“Mührümü, kimlik kartımı, silah taşıma ruhsatımı teslim ettim. Kendine iyi bak.”
“Bilgisayarınızı da teslim ettiniz mi?”
“Ettim Abdullah.”
Sözcüklerden, bu binadan, cahil bilmişliklerden, Abdullah’ın doktora tezinden, kanunsuz haksız kararnamelerden kaçıp en uzağa gitmek istiyordum. Muzip, tanıdık tebessümü, dimdik bakan gözleri, üzerine dökülmüş siyah saçlarıyla şu anda en yakınımdaki gerçek varlığa sığınmak, hiç konuşmadan, sözcüksüz uzaklaşıp kaybolmak istiyordum yalnızca
Comments