ÇUKURLAR YOLLARIN...
- Taner Kargı
- 28 Ağu 2024
- 4 dakikada okunur
ÇUKURLAR YOLLARIN YARALARIDIR
Belki ölümle sağalır yara.
Ahmet Erhan
“Ölmüş birini beklemek daha az yorar.” dedi yazgısını pencereye kapkara bir perde gibi asan Maha kadın. Sonra devam etti. “Yaşayan birini beklemek, onun gelmediği her gün bir kere daha öldürür seni.”
Namazlığın ucunu kıvırıp dizlerinin üstüne attı, sadece ibadet ettiği zamanlarda taktığı beyaz eşarbıyla kurumuş bir dere yatağını andıran gözlerini sildi ve derin bir iç çekerek pencere kenarına bıraktığı plastik sandalyeye oturdu sonra. Eğilip gökyüzüne baktı pencereden. Eğilmese, başını uzatmasa görmeyecekti sanki. Oysa tam karşıya baksa o sonsuz maviliği görecekti.
“Hepimiz gözbebeklerimizden asılıyız gökyüzüne. Beklemediğimiz o gün gelecek diye eski zamanlı takvimlere, kimsenin gelmeyeceği o kıvrımlı bozuk yollara bakarız.” dedi iç çekerek. Gözlerini o sonsuzluk denizinden ayırıp yola bakmaya başladı. Yoldaki çukurları düşündü. Tıpkı yaralara benziyorlardı. Oradan sızan sular, çukurları daha da derinleştiriyor, genişletiyor ve onarılmaz bir hale getiriyordu.
“Biliyor musun?” dedi, “Çukurlar da yolların yaralarıdır. Terk edilmişliklerinin birer göstergesidir onlar. Yollar da oralardan kanar.”
Dalmıştım. Düşüncelerim sendeledi bir an. Hemen toparladım kendimi.
“Bana mı dediniz?”
Gülümsedi önce. Çok alışkın olmadığı bir eylemi gerçekleştirmiş gibi yadırgadı bunu. Yeniden büzüştürdü dudaklarını. Gülmek, acı çeken insanlar için günah gibi görülür, diye düşündüm. Düşüncelerimi okumuş gibi utandı, kızardığı için yüzünü yeniden pencereye çevirdi.
“Uzun zamandır susuyorum ben. Bu yüzden söylediklerimin hangileri dilimde hangileri kalbimde yer buluyor karar veremiyorum. Bazen de ağzımı açıyorum, bir şeyler söyleyebileceğimi düşünüyorum ama dilime kadar gelen o cümleleri yeniden yutuyorum. Ağzım öylece açık kalıyor. Sanırım çok şey yutuyorum böylece.”
Hâlâ yola bakıyordu, oradaki yaralara. Kendi yaralarını hatırlamış olacak ki yüzünü ekşitti bir an.
Yol ile dere arasındaki uzun parkta birkaç çocuk birbirini kovalıyor, onların biraz ilerisindeki köpek yavruları da onları taklit ediyordu. İlkbaharın dereye bahşettiği çamur rengi, dereyi daha da azgın ve gizemli gösteriyordu. Kaldırımda yürüyen yaşlı bir çift çekirdek çıtlayarak yürüyor, yanlarından hızla geçen arabaların sıçrattığı sulardan ağır hareketlerle kaçmaya çalışıyorlardı. Onlar ne zaman irkilse Maha da onlarla birlikte hafifçe sıçrıyordu sandalyesinde. Bir an varlığımı unuttuğunu düşünmüştüm. O kadar kendiydi ki ilk defa bir insanı bu kadar doğal davranışlarıyla görüyordum.
Dışarıdan gelen korna sesiyle irkildi Maha kadın. Yeniden bana çevirdi kendi coğrafyasını andıran çukurlu, engebeli, derin vadilerle dolu yüzünü. Çorak toprakları andıran kırışmış ellerini sandalyenin kenarına koydu. Yaşamdan alacakları olan minnetsiz bir insan gibi yasladı sırtını sandalyeye.
“Yıllardır bekliyorum bu pencerenin kenarında. Neredeyse bu çukurlu yolda yürüyen bütün insanları tanıdım artık. Gözlerimle gezdim şu sisli dağları. Bu yoldaki bütün sesleri işittim. Sıçrayan bütün sularla ıslandım. Yağan her yağmura dokundum. Her kızgın güneşte kavruldum. Parkta yere düşen her çocuğun yerine ağladım, kendi kendime de kalktım sonra. Milyonlarca adım atıldı belki de. Binlerce insan geçti oradan. Ama beklediğim o adım atılmadı.”
İnsanların hafızalarını, yaraları diri tutar. Durmadan sızlayan, kanayan, acıtan bu yaralar; belleğin en derinindeki her bastırılmışlığı yeniden harekete geçirirler. Yürekteki o çukurlar öylesine büyür ki artık o çukuru oraya açanla doldurulamaz hale gelir. İşte derin acılar böyle doğar.
Maha'nın söylediklerinden çok şey anlıyordum ama yirmi yıl önce ruhunda açılan o çukuru bu kadar canlı tutabilmesini anlayamıyordum. Sanki o acıyı yaşamının merkezine almış, hayatındaki her şeyi o acının suyuyla beslemişti. Kırkı çıkmamış bu yara onun yaşamının derin bir gerekçesi olmuştu. İnsanlar, yaşam kargaşasında dinlenecek çözümlü bir yer bulamayınca onlara en insaflı görünen yaralarıyla derin bağlar kurarlar.
“Maha, hiç mi unutmayacaksın onu? Yüreğini bu kadar ezdiğin yetmez mi? Bu dünyaya yalnızca bu acıyı yaşamak için gelmiş olamazsın. Diğer her şeyi kaçırmadın mı sence?”
Gözlerini hırsla bana dikti Maha kadın. Bakışlarıyla beni göz kapaklarının içine alıp orada boğuyordu sanki. Tek bir diş bile kalmamış ağzını öyle kenetlemişti ki birbirine, diş etlerinin gıcırtısını duyuyordum adeta.
“Bir şeyi kaçırdım, her şey onunla birlikte uçup gitti. Bazen yaşamımızı renklendiren, şekillendiren her şeyi tek bir dala bağlarız. O dal kırılıp gidince diğer her şey onunla birlikte kırılıp gider. Ben o dalı yitirdim. Onunla birlikte de diğer her şeyi. Ve zamanla yeni açabilecek her çiçeğe de kör gözlerle bakmaya başladım. Çünkü kırılan o dal, her iki gözümü de oyup gitmişti.”
Bu kadar sinirli baktığı halde böylesine sakin konuşması çok şaşırtmıştı beni. Yürekteki yangın, diye düşündüm, zamanla dildeki her sert sözcüğü yumuşatabiliyor. Ben hiçbir şey demedim Maha kadına.
Dışarıyı seyrediyordu yine. Ellerini çenesinin altına almıştı. Başındaki beyaz eşarp yüzünün sağ tarafına düştüğü için engebeli coğrafyasını göremiyordum. Bir anda ayağa kalktı. Dizlerinden çıkan çıt sesine aldırmadan duvara tutunarak karşı odaya geçti. Bir çekmecenin sertçe açılıp kapandığını duydum sonra. Dizlerindeki sesler yeniden duyulunca döndüğünü anlamıştım. Hiçbir şey olmamış gibi kayıtsız görünmeye çalışıyordum. Elinde çerçeveletilmiş bir fotoğraf vardı. Fotoğrafı göğsüne bastırmış, duvara tutunarak odaya girmişti. Fotoğrafı bana uzattı. Sarışın bir çocuk vardı karede. Yüzünün her hücresiyle gülüyordu sanki. Uzun uzun baktıktan sonra yeniden Maha'ya uzattım fotoğrafı.
Fotoğrafı alıp yeniden sandalyesine oturdu. İlk defa bakıyormuş gibi dikkatle inceliyordu oradaki çocuğu.
“Bu fotoğraf kırk yıl öncesine ait. O, şu anda kırk beş yaşında. Onu en son yirmi yıl önce gördüm. Şimdi yaşlanmış, saçları beyazlaşmış, yüzü kırışmış bir haldedir. Sırtını dönüp gittiğinde ilk yıllar hep bir neden aradım. Bulamadım bir türlü. Belki bulurum diye birçok insana da anlattım ama yine de en ufak bir sebep göremedim. Gitti işte, anneliğim bir işe yaramadı. Onu dokuz ay buramda sakladım da sonrasında elinden tutamadım. Öldüğünü bilsem, yüreğimin en doğal karşılayacağı dönülmez şarkılar söylerdim. Ama yüreğime bırakıp gittiğini nasıl anlatabilirim?”
Konuşurken eşarbını kaldırmış, bana bakıyordu. Kupkuru görünen gözlerinden incecik yaşlar akıyordu. Fotoğrafı alıp yüzüne bastırdı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. O sırada kapının zili çalmıştı. Maha, duymamıştı zilin sesini. Ben ayağa kalkıp kapıya yöneldim. Kapının hemen yanındaki aynaya bakınca fotoğraftaki küçük çocuğu anımsadım, çocukluğuma benziyordu. Kapı bir kere daha çalmıştı o sırada. Kapıyı açtım, Maha'nın küçük oğluydu gelen. Ayakkabılarını çıkarıp içeri girince gülümseyerek baktı bana.
“Nasıl geçti görüşmeniz? Annem biraz daha iyi mi?”
Ne diyeceğimi bilememiştim o an. Odaya geçelim diye elimi uzattım koridorun yukarısına doğru. Küçük oğlu hızlı adımlarla odaya doğru yürüdü. Ben de arkasından gittim hemen. Annesinin başına koydu elini, anne kıpırtısızdı. "Anne!" diye bir çığlık atmıştı. Maha'nın boynu yana düştü, sandalye çatırdadı. Küçük oğlu şaşkın şaşkın bakarken ben de Maha'yı tuttum düşmesin diye. Kucağıma alıp kanepeye yatırdım. Küçük oğlu ellerini iki yanına bırakıp zor duyulur bir sesle:
“Yirmi yıldır gelmeyen ikizim bu akşam gelecekti. Onu görmeden gitti annem. Şimdi nasıl onarılır yaraları?”
Sustum, sessizce pencere kenarındaki sandalyeye oturdum. Yoldaki çukurları izlemeye başladım.
Zafer Çarboğa
コメント